Bu yazımızı okurken, özel müziğini de dinlemenizi tavsiye ederiz… zamantunelinde_cunda

Ali Adnan AKGÜNDÜZ

30 YIL ÖNCE, 30 YIL SONRA..

İnsanoğluyuz, çok çabuk unuturuz. Hele bir de üzerinden seneler geçince…
Zamanın bir yerindeki nokta yok olmaya yüz tutmuşsa, hiç hatırlamayız bile.
Bazı şeyleri de zamanda bir nokta olmaktan çıkarır, büyük bir çember haline getiririz. Sonrasında o çemberin orta yerinde oyunumuzu oynarız.
Zaman tünelinde 30 yıl önce bıraktığım bir noktaya, Cunda’ya gidiyorum. Son sürat geçen 30 yıl sonra ilk kez.

YOLCULUK

30 Yıl önce 16–17 yaşlarındaki dört arkadaş yanımızda ailelerimiz olmadan, korumasız ilk maceramıza kucak açıyoruz.

Ankara Gar’ından kırmızı motorlu tren ile İzmir’e, İzmir’den otobüs ile Ayvalık’a.
Ayvalık İskelesi’nden yolcu motoruyla da Cunda’ya varıyoruz.
Yol yorgunluğunu ve hedefe ulaşmanın tadını Taş Kahve’de Ayvalık tostu ve çay içerek kutlamıştık.

Aradan geçen o kadar zamana ve teknolojiye karşın, yine zahmetli bir yolculuktan sonra Cunda’ya ulaşabildim.

New York’dan İstanbul, İstanbul’dan Ankara’ya oniki saatlik ama aslında bir günlük yolculuk.
Aradan bir gün geçmeden kiraladığım araç ile Bursa, Balıkesir üzerinden Ayvalık’a.
Aralık ayındayız, akşamın karanlığı her tarafı sarmış durumda. Saat 20.00 civarında Ayvalık’ça ilk şoku yaşıyorum.

Ayvalık’dan Cunda’ya gidiş yolunu bir türlü bulamıyorum. Bir aşağı bir yukarı… Hafızamı zorluyorum ama yol kenarında dizili çirkin beton yığını evler duvar oluyor, buna izin vermiyor.
Sonunda yolu bulup Türkiye’nin ilk asma köprüsünden geçiyorum.

Geçiyorum ama “Burası gerçekten Cunda mı?” diyerek kendime soruyorum.
Dar, yarım metre yükseklikte taşlarla örülü, zeytin ağaçları arasından kıvrılarak giden yola ne oldu?

Bu çirkin beton yığınları, gözlerime işkence çektiren, çirkinlik dolu bu tabelalarda nereden çıktı?
Uykusuzluktan kapanmaya başlayan gözlerim bile isyan edip açıldıkça açıldı. İçimi öyle bir sıkıntı kaplıyor ki tarifsiz…

Daha önce konaklamayı karar verdiğim oteli aramaktan vazgeçip, herhangi bir otelde gecelemeye karar veriyorum.

Çocuk parkının yanında duruyorum. Hemen karşıdaki Kapya Apart Otel’i görünce gidiyor ve oraya yerleşiyorum.

Oda temiz, sade ve otantik bir şekilde döşenmiş. Hoşuma gidiyor, biraz rahatlıyorum.
Oteldeki yarım saatlik bir moladan sonra kendimi dışarı atıyorum, midem artık isyanlarda.
Aşağı doğru yürüyüp sağ tarafa sapıyorum. Birkaç metre sağ tarafta bir lokanta görüyorum, dışarıdan içerisi hoş görünüyor. Uno Restaurant’ın kapısından içeri giriyorum. Retaurantın içi gibi personelde beni sıcak karşılıyor. Kendimi bir aile ortamında hissediyorum.
Temiz, yemekler lezzetli ve kaliteli, servis mükemmel, kendimi iyi hissetmeye başlıyorum.

ARKA DENİZ

Sabah otelden ayrıldıktan sonra ilk işim bol susamlı bir simit ve gazete almak oluyor. Sonra doğru Taş Kahveye… Büyük bir çay ile anın tadını çıkarıyorum. Otuz yıl öncede bu noktada başlamıştı Cunda maceramız. Yine öyle yapıyor, kahvaltı sonrası doğru Arka Deniz’in yolunu tutuyorum.

O zamanlar maceracı ruhumuz ve maddi olanaksızlıklar nedeniyle çadırımızı kendimiz üretmiştik. Dört kişinin yatabileceği büyüklükte, 75 cm yükseklikte. Daha sonrasında çadırımızın çok havadar olduğunu da ilk gecenin hemen ardından öğrenecektik.

Çadırımızı Arka Deniz’e, sahilin hemen ötesine, sakin, sessiz bir yere kurmuştuk. Hemen karşımızda Hasır Adası. Sağ tarafımızda Cunda Merkezi’ne giden yol. Yoldan yukarı doğru tepeler hep zeytin ağaçları ile dolu. Arkamızda, kavşağın hemen kıyısında eski bir yel değirmeni.

Onun yukarısında tepede tek bir villa.
Mavi deniz, zeytin ağaçları, yel değirmeni…
Dalga sesleri arasında huzur ve barış.
Ya şimdi?
Aynı noktadayım. Hiç biri yok..

Sağ, sol, arka, ön hep duvar, sevimsiz yapılar. Sadece deniz ve Hasır Adası yerinde. Deniz kaderine razı gibi. Hasır Adası ise gözlerimden içime sızıp, hesap sorar gibi.
Daha fazla dayanamayıp yola koyuluyorum sağımda solumda çirkinlikler, kirlilikler.

ŞEHİR MERKEZİ

Eski yoldan Cunda Merkezi’ne doğru yürüyorum. Köşedeki yel değirmeni beton yığınlarının arasında kalmış. Daha fazla bakamayıp tepeden aşağı doğru ilerliyorum.
O zamanlar darca, tozlu, topraklı ve bol taşlı bir yoldu. Biz o yolu akşam üzerileri koşar adımlarla geçer, şimdiki meydanda bulunan iki aynalı umumhaneye dalardık. Saçımızı, başımızı düzeltip iskelede volta atmaya hazırlanırdık.

İnsanlarla dolu lokantaların önünden geçerek en sondaki tek çay bahçesine giderdik. Çayımızı ısmarlar etrafı ve denizdeki yakamozları seyre koyulurduk. O zamanlar biz, o lokantalarda hiç oturup balık yiyemedik, rakı içemedik. O kadar lüksümüz olamazdı, paramız yoktu.
Ben, o çay bahçesini çok sevmiştim. İlk kez orada görmüştüm bitimsiz tatil aşkımı, Mavişimi.
Sahil Yolunda yürümeye başlayınca Cunda’da olduğumun farkına vardım.
Cunda’da değişmeyen tek yer şehir merkeziydi. Mevsim nedeniyle pek kimseler yoktu ama bana öyle gelmedi.

Balıkçı lokantaları, meyhaneleri, kahvaltı salonları, tostçuları, bademcileri, lokmacıları…
Süslü süslü güzel kızlar, temiz giyimli yakışıklı delikanlılar da oradaydı.
Otuz yıllık bir ezikliğe inat balıkçı lokantasına daldım, rakı ve balık siparişi verdim. Erol, Gürol ve İsmail neredesiniz?

DAR SOKAKLAR TAŞ EVLER

Kendimi dar sokaklara salmanın tam zamanı şimdi.
Yaşam belirtisi olmayan evlerin dışında taş evler yine aynı, sokaklar da öyle. Şimdilerde biraz daha bakımlı gibi.

Bir taş ev var. Ben, onu arıyorum…
Nihayet o sokağa girip, iki katlı o taş evin önünde duruyorum.
Başımı yukarı kaldırıp ikinci kattaki balkona korkarak bakıyorum. Ya Maviş orada ise?
Yok.. Kimseler yok. Kepenkler kapalı.
Giriş kapısının hemen yanındaki, altına mektuplarımızı koyup, aldığımız beyaz mermer taş da yok.

Geceleri uyumazdık. Sabaha karşı bu taş evin önüne sinsice sokulurdum, arkadaşlar gözetlemede.
Maviş yukarıdan ben aşağıdan fısıltı ile konuşur, hasret gidermeye çalışırdık. Sonra mektubumu beyaz mermer taşın altına bırakır, parmaklarıma kondurduğum öpücüğü ona yollardım. O da bana.
İçimde tarifsiz bir sevinç ve mutlulukla ayrılırdım oradan. Ancak birkaç kez buluşabildik. 5-10 Dakika kadar.

Onu en son gördüğümde annesinin yanında, erkek kardeşinin elini sımsıkı tutmuş, arkamdan bakıyordu.

Şimdi? Kimseler yok…

CUNDA’DA ŞEYH ŞAMİL

Dar sokaklardan yukarı vuruyorum kendimi. İşte! O kötü taş evde orada. Pencerede yine o kız var. Beni görünce heyecanla içeri dönüp sesleniyor, “ Kızlar koşun! Dün düğünde pantolonu sökülen çocuk geçiyooo!”

O gün yerin dibine geçmiştim. Bugün ise kahkayı basıyorum, hem de delicesine.
O zamanlar Cunda’da düğünler sahil yolunun ötesindeki büyük tahta iskelede yapılıyordu.
Biz dört kafadar, bir akşam o düğünlerden birine konuk olduk. Yabancı olmamıza rağmen bizleri de aralarına kattılar, akraba ilgisinden fazlasını bize gösterdiler.
Biz de buna Şeyh Şamil oynayarak karşılık vermek istedik.
Ben ve Gürol sahneye çıktık. Nefis bir gösteri sunduk. Ta ki final sahnesine kadar.
Son olarak ben, küçük bir daire çizecek, havaya sıçrayacak ve dizlerimin üzerine düşerek oyunu bitirecektik.

Öylede yaptım. Havaya sıçradım, tam dizlerimi kalçalarıma doğru çekmiştim ki “ Caaart” diye bir ses. Pantolonumun ağı tamamen sökülmüştü.

Arkamda bulunanların tümü o muhteşem sahneyi görmüş, kahkahayı basmışlardı. Bense ufaldıkça ufalmıştım. Dizlerimin üzerinde dönerek arkamı müzisyenlere denk getirdim, üzerimdeki ince hırkayı çıkarıp hemen belime bağlayıp, son sürat oradan uzaklaştım.
Kendime geldiğimde çadırdaydım, kimsecikler de yoktu.

Ertesi gün ara sokaklardan Cunda’ya inme planlarımı ise penceredeki o kız bozmuştu.

AYRILIK RÜZGÂRI

O gece yatağıma girdiğimde hep 30 yıl öncesinde idim.
Cunda’da zaman tüneline girip, bir noktayı çember haline getirmiştim.
Ve çok mutluydum. Hem de çok.
Gizemli bir ses Maviş’in mektubundaki bir cümleyi fısıldadı en son, “Bir ayrılık rüzgârı esti Ali Bey Adası’ndan ılık ılık”