Bu yazımızı okurken, özel müziğini de dinlemenizi tavsiye ederiz… asmali_konak_jenerik

Timuçin HAN

KAPADOKYA BÖLGESİ TURU…
Oh bee.. Özlemişim seyahat etmeyi, yol almayı…

Nişan, düğün vs. derken oldukça hareketli ama bir o kadar da güzel günler yaşadım, anlayacağınız bende artık evliler kervanına katılmış bulunmaktayım 🙂

Bu süreçte özlemişim gezmeyi, farklı kültürleri, coğrafi özellikleri incelemeyi, paylaşmayı…

Eşime, kardeşime ve diğer sevdiklerimize verdiğimiz ara gazlarla bir gece de haydi Kapadokya’ya dedik… 3 günlük bir tatili de fırsat bilerek oku yaydan çıkarttık…

Kendi aracımla seyahat etmediğim dönemlerde turlara katılmayı tercih ediyorum. Her zaman olduğu gibi yine FMA Travel ile bu turu gerçekleştirmek istedik. Sevgili Fatih Aygüneş’i arayarak yerimizi ayırttık.

Ben, eşim Tuğba, Kardeşim Özge, Fatma & Barış ve Kadriye Ablamız ile birlikte 6 kişilik bir ekip oluşturup FMA Travel Kapadokya turunda otobüste bulduk kendimizi.

Program oldukça yoğun, geniş bir bölge ve 3 güne dolu dolu yerleştirilmiş bir program vardı karşımızda. İzmir’den saat 19:00’da hareket ettik. İki şoförümüz ve bir de rehberimiz ile koyulduk yola… Rehberimiz Fikriye Hanım, bölgeye oldukça hakim. Dijital saat gibi çalışıyor maşallah 🙂 O’nun tabiriyle “Saat 7, teker dönerrrrr…”

Grubumuz oldukça güzel, ve uyumlu kişilerden oluşuyordu. Doktorumuz, öğrencimiz, mali müşavirimiz, anılarıyla bize ilginç hikayeler sunan Uşaklı Bilal Amcamız… Herkes yolculuğa hazır artık…

Biraz uyku, biraz kağıt oyunları, biraz kitap okumak derken, bir de baktık ay yerini güneşe bırakmış… Gece, Kula, Afyon ve Aksaray’da olmak üzere 3 ayrı mola verdik. Bu yol üstü dinlenme tesislerinin bazılarına deli oluyorum… Vazgeçilmez sanıyorlar kendilerini. Bakımsız ve kirli tuvaletleri kullanmak 1 TL. Dışarıda 3 TL’ye satılan şeyler ise 6-7 TL… Biraz insaf, fırsatçılıktan artık vazgeçmek lazım…

Sabah kahvaltısı için Aksaray’da mola verdiğimiz Ağaçlı Turistik Tesisleri ise az önceki eleştirilerimi çürüten, “işte budur” dediğim bir tesisti. Yöresel mutfağı, 500 kişilik self servis restoranı, benzin istasyonu, araç bakım atölyeleri ve 4 yıldızlı oteli ile yılda 400-500 bin kişi ağırladığını öğrendiğim. Ağaçlı Tesisleri fiyatları açısından da oldukça uygun ve son derece temiz bir yer.

Buradaki kahvaltının ardından turumuzun ilk rotası Hacıbektaş’tı…

HACIBEKTAŞ:

İlçe adını 13. yy’da yetişmiş ünlü bir düşünür ve gönül adamı olan Hacı Bektaş Veli’den almış. Hacı Bektaş Veli, Horasan’ın Nişabur kentinde doğmuş. Annesi Hatem Hatun, babası Seyit İbrahim Sani’dir ve her ikisi de Türk soyundandır.

Akılcılığa ve bilime inanan Hacı Bektaş Veli, Lokman Parende’den ilk eğitimini almış ve Ahmet Yesevi (1103-1165)’nin öğretilerini takip etmiş. Bu yüzden Yesevi’nin ‘halife’si olarak kabul ediliyor.

Anadolu’ya geldikten sonra kısa zamanda tanınarak kıymetli talebeler yetiştirmiş. Hacı Bektaş-ı Veli kendisinin de bağlı olduğu “Ahilik Teşkilatı” ile Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Anadolu’da sosyal yapının gelişmesinde önemli katkılarda da bulunmuş.

Müze olarak ziyaret edilen külliyede çilehane, aşevi ve çeşitli odalar yöresel özelliklerine uygun olarak giydirilmiş cansız mankenler ve aksesuarlarla geçmişteki yaşantıları anlatılmaya çalışılmış. Bu tür görselliklerle çok daha anlaşılır ve faydalı bir bilgilendirme sağlanmış.

İlçede Hacı Bektaş-ı Veli ve Balım Sultan Türbelerini gezdikten sonra yolumuzu Kayseri’ye çevirdik.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin, türbenin girişinde de sergilenen sözleri…

Ara,bul.
Kadınları okutunuz.
İncinsen de, incitme.
Murada ermek sabır iledir.
Doğruluk dostluk kapısıdır.
Araştırma açık bir sınavdır.
Eline, beline, diline sahip ol.
Her ne ararsan kendinde ara.
Arifler hem arıdır, hem arıtıcı.
Bir olalım, iri olalım, diri olalım.
Marifet ehlinin ilk makamı edeptir.
Okunacak en büyük kitap insandır.
İnsanın cemali sözünün güzelliğidir.
Hiç bir milleti ve insanı ayıplamayınız.
Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
İlim,hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır.
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız

KAYSERİ:

Kapadokya bölgesi içinde bulunan Kayseri, dünyanın en eski şehirleri arasında yer alıyor. İtiraf edeyim, giderken sıradan bir şehir ile karşılaşacağımı düşünüyordum. Ege’nin incisi İzmir’de yaşıyoruz ya!…

İlin adı Latince Caesarea kelimesinden geliyor. Birçok uygarlığın izlerini taşıyor Kayseri. Hanları, hamamları, camileri, medreseleriyle aynı zamanda bir açık hava müzesi. Şehir planları, yapıları ile de şehirleşmesine hayran kaldım. Şehir merkezinde, yolu bölen modern tramvaya rağmen, 3’er şeritlik geniş yolları oldukça güzel. Futboldan anlamasam da Kadir Has Stadyumunun önünden geçerken, stadın mimarisine ve güzelliğine dönüp dönüp bakmak istedim.

Tramvay istasyonlarındaki bisiklet parkları ve tek model bisikletler çok şık görünüyordu ve dikkatimi çekti. Öğrendiklerim ise oldukça ilginç ve güzel geldi bana.

Tramvaydan inen bir yolcu, istasyondaki bisiklet parkına kullandığı dijital bilet ile bisikletin kilidini açarak alıyor. Yolcu bisikletiyle yoluna devam ederek, evine en yakın noktadaki yine bisiklet toplama istasyonuna aynı yöntemle bisikletini kilitliyor. Hem yolculardaki manyetik kart – biletler hem de bisiklet toplama – dağıtma merkezlerindeki bilgisayar kontrollü sistemler sayesinde, bisikleti kim aldı, kim teslim etti her şey kontrol adlında olduğu için herhangi bir sorun da yaşanmıyor…

Oldukça ilginç ve güzel değil mi? 🙂

Biz bisiklet yerine yine otobüsümüzle gezmeye devam ediyoruz 🙂

Karnımız çok aç ve Kayseri’de yemeden dönülmeyecek bir yemek olan Kayseri Mantısı ile tanışmaya gidiyoruz…

İşin bu kısmı çok ilginç benim için. Bursa’da her yer dönerci, Antep’te baklavacı… Maraş’ta dondurmacı… Kayseri’de de böyle olacak diye düşünüyordum… Yani kafamı çevirdiğim her yerde mantıcı ile karşılaşmayı umuyordum ama böyle olmadı.

Kayseri mantısını yediğimiz yerin adı “Elmacıoğlu İskender”. “Hadi canım! Bursa’mı burası, yiyecek başka yer yok mu?” diye içimden geçirmedim desem yalan olur. Ama hem tesisin güzelliği, hem yediğimiz mantının lezzeti derken doğru yerde olduğumuzu anladım. Geleneksel mantının yanı sıra döner, ızgara ve Türk mutfağının diğer örneklerini keyifle yiyebilirsiniz. Bardağınızın boşalmasına bile izin vermeyen kaliteli servisi de takdire değerdi.

Mantı gelene kadar benim gözlerim yuvalarında dört döndü durdu. Boğazına düşkün, yemeyi de seven bir adamım huyum kurusun. Kayseri’de mantı yiyeceğim, deymeyin keyfime…

Siparişi verdikten sonra bir ara Barış ile göz göze geldik… “Bir porsiyon yeter mi acaba bize?” dercesine… Mantılarımız geldi ve büyük bir keyifle yedik.

Hani hep söylenir ya, “Kayseri Mantısı bir kaşığa 40 adet sığarmış”…
Merak edenlere hemen söyleyeyim, ben bizzat saydım, test ettim, deneyler yaptım 🙂 Bir yemek kaşığına ortalama 15 tane sığdı. Tahmin ediyorum bu lafı söyleyenler büyük tahta kaşıklardan söz ediyorlar 🙂

Mantımızı yiyip, çayımızı içtikten sonra. Pastırma ve sucuk alışverişine yöneldik hemen…. İşin o kısmı da ayrı bir curcuna 🙂 ama keyifli…

Paçanga böreği yapıcaz… Sar şurdan 250 gr pastırma…

Kayseri esnafı gelen yerli turistten dertli biraz…
Nedeni de şu. Malum Kayseri halkı ticareti seven ve iyi anlayan bir toplum. Mizahımıza da böyle işlemişler, yapacak bir şey yok 🙂
Genel rivayet; 2 x 2, Kayseri’de asla 4 etmez…
Alırken 3, satarken 5 yaparmış 2 x 2…
Bu gazla hiç kimse dükkanda söylenen fiyata bir şey almak istemiyor haliyle 🙂

Her dükkanda esprisi yapılıyor, gülüşülüyor ve ortak bir “dört” sonucu bulunuyor. Türk halkıyız buluruz orta yolu…

Kayseri’de hafif yağmur da atıştırmaya başladı…
Dünyanın en eski şehirlerinden birinde, tarih tatlı bir yağmur ile nemlenmeye başlamıştı. Kayseri Kalesi, Huand Hatun Cami ve Medresesi, Gevheri Nesibe Şifahanesi gibi Selçuklunun önemli yapılarını gezdikten sonra, gözüm arkada kalarak uzaklaştık Kayseri’den…
Ama sözüm var, yine geleceğim Kayseri…

Yolun sonunda Nevşehir’e otelimize vardık.

Tüm grubun yorgunluğu yüzüne vurmuştu artık. Kimsenin arabadan inmeye bile hali kalmamıştı. Odalarımıza çıkıp akşam yemeği için restorana inip yemeğimizi yedik. Tam kendimize gelmiştik ki rehberimiz Fikriye Hanım ortalığı buza çeviren yine o cümleyi kurdu…
“Sabah kahvaltısı, 6.30’da… Saat 7, teker dönerrrr” boğazımıza dizildi her şey 🙂

Erken saatte kalkıp, kahvaltının ardından tekrar yola düştük. Şaka bir tarafa bu tür gruplu seyahatlerde plana uymak zorundasınız, yoksa hem program yetişmiyor, hem de vaktinde gelmeyenler olunca grup içi huzursuzluklarda çıkabiliriz… Rehber ne diyorsa o 🙂

Merhaba Kapadokya….

Bu sabah dünyaca ünlü Göreme Açık Hava Müzesi olacak ilk uğrayacağımız yer.
Kapadokya bölgesi her yıl yüz binlerce turisti ağırlayan, Türkiye’nin önemli bir turizm merkezi. Bölge 60 milyon yıl önce, Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur, rüzgar gibi doğal aşındırmaların sonucu ortaya çıkmış. Bazı tabakaların daha sert bir yapıya sahip olması, alt kısımlarının daha kolay aşınması durumu da şimdiki şapkalı görüntüleri oluşturmuş.

Bölge o kadar büyük ki, başta Nevşehir olmak üzere, Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri ilerine de yayılmış. Kapadokya’da yazılı tarih Hititliler ile başlıyor. Hititlerin çöküşüyle olumsuz bir dönem başlar. Asur ve Frigya etkileri taşıyan genç Hitit Kralları bölgeye egemen olur. Pers işgallerinde artık bölgenin adı Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen Kapadokya’dır…

Bölgenin atmosferi o kadar etkileyici ki, gezerken ve hikayelerini dinlerken bir masal diyarında dolaşıyorsunuz sanki. Her bir peri bacası, yada yığıntıyı bir şekle benzetmeye çalışıyor, hayal gücünüzle seyahatinizi birleştiriyorsunuz… Her ayrıntısında başka bir keyif saklı güzel atlar diyarının…

GÖREME AÇIK HAVA MÜZESİ:

Dünyaca ünlü bu yerde ilgi oldukça fazlaydı. Yabancı turistler kadar yerli turistlerde akın etmişlerdi.. Bu kalabalık ziyaret etmeyi biraz zorlaştırsa da, vazgeçmek imkansız… Biraz sabır.. Sonra gezmeye devam…

Göreme Açıkhava müzesi doğanın mucizesi ile eşsiz bir fotoğraf sunuyor bize. Kayalara oyulmuş kiliseler, manastırlar, şapelleri gezip, içerlerinde duvarlara işlenmiş resimleri inceledik. Oldukça ilgi çekici detaylar vardı içeride. Örneğin içerilerde yapılan resimlerde iki ayrı teknik kullanılmış. Birincisi kaya yüzeyi düzeltilerek üzerine yapılan boyamalar, diğeri ise kaya üzerine fresko tekniği (yaş sıva üzerine) ile yapılan boyamalar. Resimlerde genelde İncil ve Hz. İsa’nın hayatından alınmış figürleri gözlemledik. Oyma kayaların içlerinde oldukları için de hava, su ve nemden uzak kalmalarının avantajıyla oldukça da güzel korunmuşlar.

Dedim ya burası ayrı bir yer… Manastır eğitim sisteminin de ilk başladığı yer olan Göreme Açıkhava Müzesinde keyif alana gezecek yer çok. Kızlar ve Erkekler Manastırı, Aziz Basil Kilisesi, Elmalı Kilise, Aziz Barbara Kilisesi, Yılanlı Kilise, Karanlık Kilise, Çarıklı Kilise ve Tokalı Kilise’yi gezdikten sonra, Müzenin kafeteryasında birer çay içip yolumuza devam ettik..

KAYMAKLI YER ALTI ŞEHRİ:

Programımız yoğundu ve zamanla yarışıyorduk. Fikriye hanım grubun “Teker dönerrrr” kuralına uyumunu ödüllendirmek amacıyla programda olmasa da bazı sürprizler yapıyordu. Bunlardan bir tanesi Kaymaklı Yeraltı Şehri oldu…

Burası bölgenin en önemli eserlerinden bir tanesi. Kaymaklı kasabında bulunan bu alan, normalde 8 katlı. Bizans döneminde bazı alanlarının oyularak genişletilmesinden sonra yer altı şehri haline dönüştürülmüş ve dört katı şu anda ziyarete açık durumda.

Yer altı şehirleri nefes zorluğu çekenler, panik ataklar, astım hastaları vb. durumu olan ziyaretçiler için biraz tehlikeli. Tabi bir de ileri kilo sorunu olanlar için. Dar geçitlerden geçiliyor, Allah Korusun sıkışıp kalırsınız 🙂

Gruplar yine kalabalıktı maşallah… Şöyle bir girişten kafamızı uzattık birkaç metre yürüdük,

Fatma pes etti… Henüz geri dönme şansları varken Barış’la birlikte döndüler… Hemen arkalarından Tuğba’da havlu attı…

Yeni evli bir gezgin için zurnanın zırt dediği yer 🙂
Eşin dönmek istiyor, sen inmek istiyorsun… Buyur bakalım!…
Gülmeyin!!! Ben zaten karanlığı pek sevmem 🙂

Özge ve Kadriye abla büyük bir iştahla inmeye devam ettiler, merakla dönüşlerini bekledik ve onlardan dinledik izlenimlerini 🙂

ÇÖMLEK ATÖLYESİ:

Programımızda çömlek atölyesi ziyareti ve alışverişi de vardı haliyle… Kapadokya’ya gidip de çanak – çömlek almamak olur mu? Avanos’ta, Çavuşin Köyündeyiz… Çömlek Ustası Ali Çareci, nam-ı diğer Chez Ali’nin atölyesine konuğuz…

Chez Ali bir yandan çamurunu kararken biz de bir yandan ikram edilen şarap ve elma çaylarından içiyoruz…

Kapadokya bölgesinde, Hititlerden beri çanak – çömlek yapılır. Bu zamanla kültür içerisinde de hiç kaybolmadan bugünlere kadar gelmiş… Kavimden kavime, babadan oğula…

Avanos dağlarından ve Kızılırmağın yağlı çamurları elenir ve yoğrulur, sonrası usta ellere kalmış artık.. Chez Ali, “Ne sihirdir ne keramet usta ellerdedir marifet…” dercesine kaşla göz arasında harika bir ürün çıkardı ortaya, keyifle izledik… Sonra da tabi kendine güvenenlere geldi sıra… Onlarda başlangıç için çok başarısız sayılmazlardı yani…

Hediyeliklerimizi ve hediyemizi de (yeni evli olduğumuzu duyunca zorla hediye vermek istedi bize Chez Ali… Biz asla böyle bir talepte bulunmadık :-)))) alarak yola koyulduk….

UÇHİSAR KALESİ:

Uçhisar kalesi aşık olunacak bir yer. Kapadokya bölgesinin şapkası sanki bu kale. Bölgenin her yerinden görünen, en güzel ve en büyük peri bacası. Etrafında biraz dolanıp, aşağının fotoğraflarını çekmek oldukça keyifli.

Dilerseniz kalenin içini de gezme şansınız var tabi. Özellikle fotoğraf meraklıları için günbatımında kalede olmalarını tavsiye ederim.

Yol üzerinde Güvercinlik Vadisini gezip, Zelve ve Paşabağları’nda büyük peri bacalarını ziyaret edip fotoğrafladık.

Güvercilik Vadisinde kayaların içlerine oyulmuş güvercin yuvaları bulunmakta. Karşıdan bakıldığında oldukça güzel bir görüntü sunuyor. Şaraplarıyla da ünlü Kapadokya’da vaktiyle en güzel şaraplar bu güvercin yuvalarından alınan gübreler ile beslenilen bağların üzümlerinden elde edilirmiş.

Yorulduk, ama durmak bilmiyoruz… Haydi yola devam.

Bu kez rotamızda, izleyicileri televizyon ekranlarına kilitleyen, sokakların o saatlerde boş kalmasını sağlayan bir dizinin konağı var. Kapadokya’da iç turizmin hareketlenmesine neden olan bir milat bence bu dizi… Asmalı Konak…

2002 yılında yayınlanan dizi tüm zamanların izlenme rekorunu kırmıştı. Yönetmenliğini Çağan Irmak’ın yaptığı, başrollerini Özcan Deniz ve Nurgül Yeşilçay’ın oynadığı dizinin çekildiği konak, o dönemler kadar yoğun olmasa da bölgeye gelen ziyaretçilerin uğramadan geçemediği yerler arasında…

Seymen Ağa ve Bahar’ın izleri halen Kapadokya sokaklarında…

Seyman Ağa ve Bahar’ın aşkları ileride Bitlis, Van ve Edirne gibi, tarih kokan ama ilgi bekleyen diğer illerimize de uğur getirir inşallah!!!!!

Offff.. Çok yorulduk haydi otele daha akşama Türk Gecesi var…

Akşam yemeğimizin ardından otobüsümüze binerek, Ürgüp’e, Türk Gecesinin yapılacağı mekana gidiyoruz… Aman Allah’ım bütün Kapadokya burada sanki bugün…
Duyan gelmiş 🙂

Kapıda bizi davul zurna ile karşılıyorlar, oynamayı hiç sevmeyen biz bu durum karşısında kayıtsız kalamayacağız galiba… Yine kayalardan oyulmuş büyük bir mekana giriyoruz, içeride yaklaşık 500 kişi var… Oldukça kalabalık, çerezler, meyveler ve sınırsız içkilerle donatılmış masalar… Vur patlasın, çal oynasın…

Türk Kültüründen örnekler verilecek, özellikle de eğlencelerinden canlandırmalar yapılacak. İlk önce bir sema gösterisi gerçekleştirildi. 4 semazenden oluşan bir grubu izlemeye başladık. Biraz garipsedim aslında, masalar içki dolu, biz niyaz ilahisi dinleyip sema gösterisi izliyoruz… Hep diyorum iyice tüketim toplumu olduk 🙁 Ama maalesef bu sadece burada değil, turizmin olduğu her yörede, her otelde… Neyse ben demedim 🙂

Sonrasında bir gelin alma, kına gecesi, damat tıraşı olan bir düğün merasimini izledik ve kendimizi de bir anda pistte bulduk… Oldukça eğlenceli ve keyifli geçen bir gecenin ardından yine otelimizin yolunu tuttuk…

Ertesi gün bavullarımızı da alarak otelden ayrıldık. Ihlara vadisi ve Konya’yı ziyaret ettikten sonra İzmir’in yolunu tutucağız, bir burukluk çöker gibi 🙂

IHLARA VADİSİ

Ihlara vadisi Hasan Dağı eteklerinde yer alan bir doğa harikası…

Kaya kiliseleri ve duvarlarındaki freskolar görülmeye değer.

Hasandağı’ndan püsküren lavların, milyonlarca yıl melendiz çayı ile boğuşması sonucu oluşmuş… Melendiz çayının aşındırdığı vadi, 14 km uzunluğunda ve yer yer 100 – 150 m. yüksekliğe ulaşıyor. Vadiye iniş için merdivenler yapmışlar, böylelikle daha kolay iniliyor… Mersin’de Cennet Mağarasında indiğime pişman olmuştum… Buraya gelince aklıma o geldi hemen 🙂 Biraz bu nedenden, biraz da yorgunluktan inmek konusunda benden beklenmeyecek bir hamle ile kaçar güreştim ve inmedim 🙂 Özgen, Barış ve Fatma’da bize inat, ama bir o kadar da büyük bir heyecanla inmeye devam ettiler. Barış önde onlar arkada salınmaya başladılar aşağıya doğru. Yapmayın, kıymayın kendinize, bu yorgunlukla zor iş bu, dile kolay 380 merdiven… dedim ama dinletemedim…

Bizde dönüşlerinde yüzlerindeki yorgunluğu çekelim diye merakla beklemeye başladık, hem de yine elma çayı eşliğinde…

Bu arada biz de rehberimiz Fikriye Hanım ve Uşaklı Bilal Amca’mız ile tatlı bir sohbete oturduk;

Allah uzun ömür versin Bilal Amca hoş sohbet bir adam. Yaşamış görmüş derler ya öyle.. Her konuda bilgisi var, tespitleri yerinde… Sohbet esnasında kafeteryayı işleten bayana soruyor;
“Kızım sende kaç emenat var?” meğerse kaç çocuğun var dermiş… Çocuklar bize Allah’ın emaneti diyor…

O arada ıhlara trekkingcileri de geldi, yüzlerinde bir mutluluk var ama yorgunluğu da arkasına gizlemişler, çaktırmıyorlar… 380 basamak diyorum 🙂

Haydi yola…
Son durağımız Konya… Konya’nın simgesi Mevlana Türbesi ve Müzesi…

Mevlana Türbesine daha önce de gitmiştim…Her dinden insanın ziyaret ettiği, manevi olarak büyük bir hazza ulaştığı bir yer… Türbe ve Müzenin bahçesinde oturup, gideni – geleni bir izlediğinizde, Hz. Mevlana’nın “gel ne olursan ol yine gel” sözlerini doğrulayacaksınız mutlaka….

Mevlevi Dergahı ve Türbe 1926 yılında “Konya Asar-ı Atika Müzesi” adı altında müze olarak hizmete başlamıştır.1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı “Mevlana Müzesi” olarak değiştirilmiştir.

Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.

Müzenin avlusuna “Dervişan Kapısı”ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah ve Hürrem Paşa Türbesi’nden sonra, Üçler Mezarlığı’na açılan Hamüşan (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır.

Avluya Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile “Şeb-i Arûs” havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.

Müzede sergilenen bir çok eser de var. En küçük Kuran-ı Kerim, yüzlerce yıllık müzik aletleri ve özellikle de neyler… Hepsi birbirinden değerli…

Mevlana Türbesi ve Müzesi her yıl yüz binlerce yerli ve yabancı turisti ağırlıyor. Aynı zamanda bağlı bulunduğu Kültür Bakanlığı’na da en yüksek geliri sağlayan ikinci müzeymiş (Birincisi Topkapı Sarayı).

Ayrıldık müzeden.. Bir garip hissediyor insan kendini çıkışta. Ama bir gerçek var, herkes içinde bir şeyler yaşıyor, muhasebe yapıyor, yüzlerden okunuyor bu…

Turumuzun son programı da tamamlandı böylelikle…
Ağır ve yorgun bedenler koltuğa bıraktı kendini, yüzler otobüsün camına vurdu…

Ülkemin zenginlikleri bir kez daha görmek, hissetmek mutluluğu ile tamamladık seyahatimizi…

Haydi bakalım, nereye gidersen git… Ne yaparsan yap…

İzmir bekliyor bizi yine…

Kordon, imbat, martılar…

Sevgiyle kalın…
Timuçin HAN