Hülya SAÇLI

Akdeniz, Batı İç Anadolu ve Ege bölgelerinin kesim noktasında olan Burdur’un tarih ve coğrafya bakımından zengin bir il olduğunu düşünüp, internetten bu bölge hakkında araştırma yaptıktan sonra iki gezgin arkadaşım ile bir yıl öncesinden gitmeye karar verdik Göller bölgesine.  Kuzenimin Burdurlu olan eşi İskender’e düşüncemizden bahsedip konaklama ve araç konusunda yardımcı olmasını rica ettim.  Rotamızı günler öncesinden belirleyip lavantaların açma zamanında altı günlük bir gezi programı yaptık.

Sivas dan uzun bir gece yolculuğu sonrası sabahın ilk ışıklarıyla terminale vardık.  Hemen yakınındaki otobüs durağına gitim.  Kısa bir beklemeden sonra belediye otobüsü önümde durdu, Kalacağım pansiyonun adını söyleyip yakınında indirmesini rica ettim şoför beye.  Otobüs şehirde ilerlerken şoför turist olduğumu anlayınca şehirde gezilecek yerleri gösterip, valizimle fazla yürümemem için durağı geçip pansiyonun yakınında durdu.  Pansiyona en erken ben gelmiştim ve orada çalışan genç bayan beni yolda karşılayıp valizime yardım etti.  Erken saatte market açık olmadığını düşünerek bir şişede su bıraktı.  Şehre girdiğim andan itibaren bana şirin görünen şehir, şoförün ve genç bayanın ilgili ve nezaketli davranışlarıyla benden tam bir not aldı.  Biraz dinlenip arkadaşlarda geldikten sonra İskender ve bize arabasıyla eşlik edecek olan Ahmet beyle tanışmak, programımızı gözden geçirip rotamızı netleştirmek üzere çay bahçesinde buluştuk.  Yarın çok uzun ve yoğun bir program bizi bekliyordu.

Sabah çok erken saatlerde yola çıkıp kahvaltımızı yolda yaptık.  Önce gül hasatının yapıldığı köye gittik.  Henüz işçiler gelmemişti.  Bahçede güller fazla kalmamış, hasat bitmek üzereydi.  İşçiler gelip dallarda olan son gülleri de toplamaya başladılar bizde onlara yardım edip sohbet ettik. ’ Mis gibi kokan gülleri toplamanın dikenlerine rağmen zevkli olduğunu, topladıkları gülleri çuvallara basıp, çuval başı para aldıklarını hatta bir yılda hatırı sayılır bir kazanç sağladıklarını ‘ söylediler.

Oradan ayrıldıktan sonra Burdur gölü kıyısındaki lavanta tarlalarına gittik.  Sabahın erken saatlerinde lavantalar çok güzel görünüyorlardı.  Çiçeklerinin açtığı dönemde gelmemiz doğru bir karardı.  Fotoğraflarımız çektikten sonra Ahmet Bey aynı güzergâhta olan kendisine ait meyve bahçesine götürmek istediğini söyleyince, bizde memnuniyetle kabul ettik.  Kayısı, vişne ve kirazlar ağaçların dallarını tartıyordu.  İri ve bir o kadarda lezzetli.  Yiyebildiğimiz kadar yiyip birazda pansiyonda yemek üzere poşetlere doldurduk.  Daha sonra ‘Lisinya‘ adı verilen ‘ Yaban Hayatı Koruma Merkezine ‘ gittik… Oldukça büyük olan merkezde yaralı kuşların tedavi edilip koruma altına alındığını burada staj yapan üniversite öğrencisinden bizi gezdirirken öğreniyoruz.  Merkezin kurucusu olan beyefendi de bize eşlik etti, daha sonra bizi lavanta ve birçok bitkiden yapmış olduğu organik ürünlerin satıldığı bölüme götürüp İkram ettiği bitki çaylarımızı içtikten sonra alışverişimiz yapıp oradan ayrıldık.

Bir sonraki durağımız lavanta tarlaların olduğu “Kuyucak köyü”.  Köyde tur otobüsleri yol boyu sırlanmış birçok yerli turist tarlalarda fotoğraf çekiniyorlar, lavantadan yapılmış ürünlerden alışveriş yapıyorlar ve de açık havada kurulmuş olan mutfaklarda yemeklerini yiyorlardı.  Tarlalar adeta turizm sektörü haline gelmiş, bölge insanına kazanç kapısı sağlamış.  Bu görüntü bizi mutlu ediyor.  Biz de öğle yemeğimizi burada yiyip tarlalarda son fotoğraf karelerimizi aldıktan sonra yola devam ediyoruz.

Isparta‘ya yaklaştığımızda gülün işlendiği fabrikaya giriyoruz… Hasatın sonu olduğu için işleri hafifleyen işçiler bize çay ikramında bulunup sonra da fabrikayı gezdiriyorlar.  Gül yaprakları patostan savrulurken daha fazla dayanamayıp savrulan yaprakların altına giriyoruz.  Mis gibi kokan yapraklar ağzımız, gözümüze girdikçe biz kahkahalarla gülüyoruz.  Gül yaprakları bir süre sonra üzerimizi bir yorgan gibi kaplıyor.

Ora da çalışan genç kızlar neşemize ortak olup fotoğraflarımızı çektiler.  Hemen yakınında kurdukları gülden yapılan kozmetik ürünlerinden satın alıp depoladığımız pozitif enerjimizle yola devam ettik.  Isparta merkezinden geçerken gördüklerimiz şehir güzel olduğunu gösteriyordu, Rotamız olan ‘ Yazılı Kanyon’ a ise yaklaştıkça hava sıcaklığı da artmıştı.  Asfalt yağmur yağmış gibi ıslaktı.  Asfaltın sıcaktan erimesine ilk kez tanık oldum.  Kanyona ulaştığımızda bizi mangal kokuları ve dumanı karşıladı.  Sıcak havada bu koku ve dumanı hiç çekilmiyordu.  Çok da kalabalıktı.  Şoförümüz dinlenirken biz kanyonda yürümeye başladık.  Derenin havuz oluşturduğu yerde insanların olmamasını fırsat bilerek kendimizi suya attık.  Çok iyi gelmişti su bedenimizi ıslatırken.  Bir süre suda serinledikten sonra geri dönmeye başladık.  Arabaya ulaşana kadar üstümüzdekiler kurumuştu bile.  Kanyona ismini veren kayaya kazılmış yazının fotoğrafını çekip oradan Eğirdir’e yol aldık.  Yol üstündeki tabeladan Kavala Gölü Milli Park’ın çok yakınında olduğumuzu fark kedince direksiyonu Kavala gölüne yöneltiyoruz.  Göl kıyısında bulunan binada endemik hayvanların sergilendiği mini müzeyi geziyoruz.  Göl manzarası muhteşem.  Etrafındaki ağaçların suda yansıması ve içindeki kuğular çok güzel kareler verdi bize.  Bir süre manzarayı izledikten sonra Eğirdir’e yola koyuluyoruz.  Son durağımız olan Eğirdir de seyir terasına çıkıp fotoğraflarımızı çekip sonra göl kıyısındaki balıkçı lokantasında yemeğimizi gün batımı eşliğinde yiyiyoruz.  Oldukça yorucu ve yoğun bir günü göl kıyısında tamamlayarak tüm yorgunluğumuzu üzerimizden atmış olduk.  Gece geç saatlerde pansiyonumuza ulaşıyoruz.  Ertesi gün de uzun bir yolculuk bizi bekliyor.

Bugünkü rotamız ‘Kibyra antik kenti’.  Yolumuz üzerindeki ‘yarışlı gölü’ yakınından geçerken göl kıyısındaki flamingoları görünce dayanamayıp arabadan inip fotoğraflarını çekiyoruz.  Ancak dağların siluetini bozan mermer ocaklarına da hüzünle bakıyoruz.

Gölhisar ilçesinde bulunan ‘Kibyra Antik şehri’ ile ilçenin Ballık yaylasına çıkacağız.  Yaylaya birkaç saatlik yolculuk sonrası varıyoruz.  Yaylanın aynı zaman da Fethiye den sıcaktan bunalıp gelenlerin uğrak yeri olduğunu öğreniyoruz yaylacılardan.  Kahvehanesinde çayımızı içip soluklanıyoruz.  Yayladan ayrılıp Gölhisar ilçesine gidiyoruz. İlçenin dışında bir tepeye kurulmuş olan Kibyra Antik şehrini sıcakta nasıl gezebileceğimizi düşünürken, antik şehrin giriş kapsının hemen yakınında bulunan manzaralı teras dikkatimiz çekiyor, biraz dinlenmek istiyoruz. Bizim geldiğimizi gören bir beyefendi yanımıza geliyor. Kazı başkanı olduğunu söyleyince bizde çok memnun oluyoruz kendisinden terasta biraz oturmak için müsaade istiyoruz. Gelmemizden hoşnut olan kazı başkanı bize şehir hakkında güzel bilgiler veriyor.

‘KİBYRA antik şehri ; ‘Likya, Karya, Pisida ve Frigya bölgesinin kesişme yerinde ve ticaret yollarının tam merkezinde kurulmuş olup kahraman savaşçıların ve hızlı atların şehri olup, önemli bir turizm merkezi olmaya aday ve oldukça zengin bir tarihi mirasa sahip’ imiş.  Kazı başkanı ‘ kentin çok büyük olduğunu ancak çok az kısmanın gün yüzüne çıkarılabildiğini ve kazı çalışmalarına yıllarca devam edilebileceğini ‘ söylüyor.  Bu arada çay ve karpuz ikramında bulunuyor. Memnun bir şekilde teşekkürlerimiz sunup vedalaşıyoruz. Antik kenti gezerken anlatımlarını hatırlıyoruz.

‘ 12-13 bin kişilik kapasitesi ile Anadolu’nun en görkemli stadyumu görülmeye değer.  Stadyumun 7m yüksekliğinde ve 24m genişliğinde anıtsal kapısı ortaya çıkarılmış.  Yaklaşık 3600 kişilik kapasiteye sahip odeon (müzik evi) Roma imparatorluğu döneminde 4 işlevi ( meclis binası, mahkeme, kışlık tiyatro ve müzik binası ) birlikte yürütmüş,. 2011 deki kazı çalışmalarında odeon önünde.  540m kareyi kapsayan Anadolu’nun en sağlam mozaiği çıkarılmış olup kırmızı, yeşil ve beyaz mermerlerden yapılmış yılanlardan oluşan saçları ve insanı taşa çeviren bakışlarıyla Medusa Başı Anadolu da tek ve dünyada nadir; Anıt mezarları, stadyumu, bazilikası, agorası, hamamı ve sağlam durumdaki tiyatrosu ile şehir görülmeye değer.

Gördüğümüz güzellikler, öğrendiğimiz bilgiler ile keyifli bir şekilde oradan ayrılıyoruz. İlçe merkezinde yemeğimizi yiyip Burdur’a dönüyoruz. Yol boyu anason ve çumra tarlalarından geçiyoruz. Haşhaş tarlalarına görünce çiçeklerinin güzelliğine daha fazla dayanamayıp tarlaya giriyoruz. Bol bol fotoğraflar çekiyoruz. Giderken uzun olan yol dönüşte daha bir kısalmıştı sanki bu güzellikler karşısında. Ahmet Bey arkadaşının kiraz bahçesine götüreceğini söyleyince çok mutlu oluyoruz. Keyifle meyvelerimiz yiyip alacağımız kadarda yanımıza alıp Burdur’a varıyoruz.  İskender telefon açıp bizi Burdur gölü kıyısındaki tesise davet etti. Hoş sohbetler eşliğinde göl manzarasının tadını çıkarıyoruz.

Burdur gölü; “100m derinliğinde Türkiye’nin en derin göllerinden biri olup yüze yakın kuş türüne ve yaklaşık 300 bin su kuşuna ev sahipliği yapıyormuş. Ayrıca nadir görünen Dikkuyruk kuşunun yaşam alanı” imiş.

Yoğun geçen iki günün ardından bugün dinlenmeye ve şehri gezmeye karar veriyoruz. Kahvaltıya kuzenime davetliyiz.  Kahvaltı sonrası kapalı mekânda kurulan meşhur halk pazarına gidiyoruz. Sonra arkeoloji müzesine gidiyoruz.  1956 da kurulan müze 68 bin kütür varlığına sahip olup 2001 de son halini almış olup 2008 yılında Avrupa da yılın müze yarışmasında ‘gezilip görülmeye değer müze’ ödülünü almış. Müze M. Ö 7000 den günümüze kadar 9000 yıllık bir geçmişin tarih ve kültür hazinesi.  Üç kısımdan oluşan müzenin üst kısmında Neolitik ve Erken Kalkolitik dönem ile Eski Tunç çağına at eserler sergileniyor. Giriş katında Sagalassos ve Kibyra Antik kentinden çıkarılan eserler ile Kremna Antik kentinden çıkarılan mermer heykeller sergileniyor. . Bahçede ise Helenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemine ait eserler yer alıyor.

Müzeyi gezdikten sonra artık kahve molası, şirin bir çay bahçesinde oturup kahvelerimizi içiyoruz. Otobüs duraklarını kapalı ve klimalı olması dikkatimiz çekiyor.

Kültürel ve tarihi açıdan zengin bir olan Burdur antik dönemde ‘Pisidia’ olarak adlandırılırken günümüzde ‘Teke Yöresi’ olarak bilinmekte ve anılmakta.  Burdur’un İnsanları da oldukça sıcakkanlı ve güler yüzlüler Doğa tarih müzesine gidiyoruz ancak kapalıydı.  Müze 19. yy başlarında inşa edilen Rum Ortadoks kilisesinde bulunuyor.

Öğlen yemeğimiz de Burdur’un meşhur şiş kebabını ve ceviz ezmesini tattık. Daha sonra Pazar mahallesinde bir tepe üzerinde bulunan ulu cami ve avlusundaki şadırvan ve saat kulesine gittik. Hamitoğlu Dündar Bey tarafından yaptırılan caminin iki kubbesi bulunmakta.  Saat kulesi ise 30m yüksekliğinde olup 6 boğumdan oluşmuş. 4. boğumda yapının dört tarafına saat yerleştirilmiş. Caminin içine girip duamızı ettik, dışarı çıktığımızda kravatlında Atatürk resmi olan temiz giyinimli oldukça da yaşlı bir amca ile ayaküstü sohbet ettik. Cumhuriyet sevdalısı olan amcanın elini öpüp, cafe restoran olarak işletilen ‘ Taşoda’ya gittik. 17. yy Osmanlı sivil mimarisinin güzel bir örneği olan Taşoda iki katlı olup üst katlarında bulunan odalarda o dönemi yansıtan eşyalar sergileniyor. Şirin bahçesinde dinlenip.  Şehrin sokaklarında fotoğraflar çektik. Güneşi ise göl manzaralı, kahvesi ile meşhur olan tepedeki seyir terasında batırdık. Yarın gene yoğun bir programımız var.

Sabah erken saatlerde yola koyulup kahvaltımızı göl kıyısındaki tesiste yapıp önce ‘Hacılar höyüğü ‘ nü görmek için Hacılar köyüne gidiyoruz.  Ancak kazı çalışmaları nedeni ile kapalı olduğunu görüyoruz.  Köyde birkaç kare fotoğraf alıp ayrılıyoruz. Tepede bulunan ‘Kuruçay höyüğü’ne ulaştığımızda sadece taşlarla çevrilmiş birkaç alan dışında bir şey göremiyoruz.  Hacılar, Kuruçay ve Höyücek höyükleri Burudur’un 9000 yıllık tarihi geçmişinin tanığı olan höyükler olup Batı Anadolu’nun en eski yerleşim yeri olup dünya arkeoloji tarihinde Hacılar önemli bir yer tutuyor.

Ağlasun ilçesindeki ‘Sagalassos antik şehri’ne yaklaşık bir saatlik ormanlarla kaplı Toroslar eşliğinde ulaşıyoruz. Yolumuz üstündeki köyde birçok şalvarlı kadın sabah sağmış oldukları sütleri bakraçlarla fabrikaya getiriyorlardı. Mesai köylü kadınlar için çok erken saatlerde başlıyordu.  Antik şehrin yakınındaki muhteşem manzaralı otele uğruyoruz. Oldukça zevkli döşenmiş, havuzlu otelin fiyatları da gayet uygundu. Burada biraz dinlendikten sonra tepe başındaki antik şehri bir an evvel görme heyecanıyla yola koyulduk, virajlı yollardan geçerek şehre ulaştık. Biletlerimizi alıp kapıdaki görevlinin ‘staj yapan arkeoloji bölümü öğrencilerinden birinin bize rehberlik yapabileceklerini’ söyleyince memnuniyetle kabul ettik. Antik şehir gördüklerimin içinden oldukça büyük, planlı ve bir çok yapı gün yüzüne çıkarılmış. Şehrin birçok bölümünün henüz çıkarılmadığını kazı çalışmalarının 1990 yılından beri T. C Kültür bakanlığı adına Belçika Üniversitesinden Prof Marc Waelkens’in yönetiminde çoğunluğu Türklerden oluşan uluslararası bir heyet tarafından yürütülmekte olduğunu öğreniyoruz rehberimizden. Yapılan kazılarda gün yüzüne çıkarılan Roma hamamı, Hereon’u, Agorası, Neon kütübhanesi, antik tiyatrosu, Antoninler çeşmesi, Cladius kapısı, metal ve kireç eritme fırınları ile görülmesi gereken bir kent. Son yıllarda yapılan kazılarda Hadrian ve Marcus Aurelis’in heykelleri çıkarılmış. Kazılarda elde edilen buluntularda Osmanlı eserlerine de rastlanmış.

İmparatorların gözde şehri olan SAGALASSOS; ‘Akdeniz’in en iyi korunmuş antik kentlerinden birisi olup.  Türkiye’nin Unesco Dünya Mirası Ön Listesine alınmış.

Bu bölge antik çağlarda Pisidia ‘olarak adlandırılıyor. M. Ö 3000 yılda Hititlerle bağlantılı bir halk olan Luviler Pisidia’ya yerleşir. Tarih boyunca Anadolu’ya birbiri ardına hakim olan siyasi güçlerin yönetiminde kent çeşitli kültürel etkileşimler geçirir.

Frig ve Likya dönemleri boyunca yerleşim giderek kentsel merkez haline gelir. Büyük İskender bölgeye ulaştığında savaşçı bir halk olarak ünlerini duyurmuş olan Pisidia’lılar onun ordusuna şiddetli bir biçimde karşı koyar. Ancak Sagalassos M. Ö 333 de bu kanlı savaşta yenik düşer ve Pisidia İskender’in ardından gelen hükümdarlar boyunca pek çok kez el değiştirtir.

Kent Helen dünyasının kentsel kurumlarını ve malzeme kültürünü erkenden benimser. M. Ö 133 den itibaren Sagalassos Roma imparatorluğunun bir parçası haline gelir. Sagalassos Augustus tarafından Roma imparatorluğu topraklarına katılmış.   İmparator Auguistos döneminde kent büyük bir ekonomik gelişme yaşar. Bu uzun istikrar ve barış dönemi sırasında refah ortamı imparator Hadrian ( M. S 138 ) döneminde zirveye ulaşır. Sagalassos resmi olarak bölgenin merkezi ilan edilir ve Pisidia’nın ilk şehri Romalıların dostu ve müttefiki olarak tanınır. Bu imtiyazlı bir konumdur. Çünkü bölgesel festivallerin ve oyunların kentte kutlanması anlamına gelir.

Sagaslas’lular imparatorluk dönemi boyunca kendi kültürlerini Roma etkisi altında geliştirmeyi sürdürür. M. S 4. yy da çok tanrılı dinden Hristiyanlığa geçer ve M. S 13. yy daki son yerleşim evresine kadar Doğu Roma imparatorluğunun bir parçası olarak kalırlar. M. S 13. yy da bölgeye Selçuklular hâkim olur.

İnsanların vadiye hâkim bu dik kayalıklar üzerine yerleşmelerinin ana nedenlerinden biri savunmadır. Bölgenin jeolojik yapısı kil yatakları üzerinde bulunan geçirgen kireç taşı yüzey katmanlarından oluşur. Yağmur ve kar taşlarından arasından kil tabakalarına sızar ve kayalıklardaki çatlakların arasından çağlar. Doğal taşlar yüksek kaliteli yapı malzemesi sağlar. Yerel kil ise seramik üretiminde kullanılmaktadır. Bölge metal eşya yapımında gerekli olan maden cevherleri açısından da zengindir.

Antik çağlarda bölgenin vadileri günümüze göre çok daha verimlidir. Kentin ekonomisi özellikle Roma ordularına temin edilen tahıl üzerine kuruludur. İmparatorluk döneminde zeytin ve zeytin yağ üretilir.

Augustus döneminden itibaren diğer önemli gelir kaynağıda yöreye özgü kırmızı astarlı seramik kap kacak üretimi ve bunun ihracatıdır. Sagalassos’un yerel sofra kapları ticaretle yayılmıştır Bugün Batı Anadolu da ve hatta Doğu Akdeniz deki başka kentlerdeki kazılarda da ele geçer. İmparatorluk dönemi sırasında Sagalassos hem Ege ve Akdeniz limanlarına hem de bölgede kurulan yeni Roma koloni kentlerine bir yol sistemiyle bağlanır. Sagalassos içine kapalı bir dağ yerleşimi değildir. Yeniliklere açık ve ilerici Sagalass’lular imparatorluğun politik ve ekonomi dünyasına hep iyi bir şekilde bağlı kalır.

Sagalassos M. S 6. yy a kadar gelişimini sürdürür. M. S 541-542 de veba salgını nüfusu kırıp geçirir ve ekonomiye çok büyük zarar verir.  6.  ve 7.  yy da arka arkaya gelen iki büyük deprem kentin sonunu hazırlar deprem felatinin ardından hayatta kalanları harabelerin arasında çoğu duvarlarla çevrili mezarlarda dağınık bir şekilde yaşar. Bu esnada Selçuklular aşağıda yer alan Ağlasun ‘a yerleşir. M. S 13. yy da İskender tepesindeki son orta Bizans kalesi de tahrip edilir ve antik kentte yaşam sona erer.  Antik şehri keyifle gezdik.  Hayran kaldık çıkarılan eserlere. Mevsim itibariyle çiçeklerin bol olması antik yapıları bir başak güzellik sunuyordu. Şehrin girişindeki bina öğrencilerin hem bilgi edinip hem de eğleneceği bir şekilde Avrupa standartlarında düzenlenmiş.

7km uzaklıkta olan kiraz, ceviz ve alabalığı ile ünlü olan

Ağlasun ilçesine gelip merkezde bulunan çınar ağacının altında tostlarımı yiyip çaylarımızı içtik, oldukça yorulmuşuz. Gezerken insan farkına varmıyor yorulduğunun.  Rotamız Bucak ilçesi.  Burada bulunan Kremna antik şehrini ve yakınlarında bulun kervansarayları görmek. Birkaç saatlik yolculuktan sonra Bucak ilçesine ulaşıyoruz. Oldukça büyük olan ilçenin içinden geçerek yakınında bulunan tepedeki köye gidiyoruz. Gene yol boyu memer ocaklarını görüyoruz. Köy de antik şehrin tabelası gözümüze çarpıyor onu takip ediyoruz. Aşağısında çok güzel manzaralı bir vadiyi görünce arabadan iniyoruz fotoğraflarımızı çekiyoruz. Orada bulunan binada kimse yoktu. Yeni yapılmış bir bina, turizme açılmamış bir yer. Uzun bir süre yürüyoruz ancak hiçbir kalıntıya rastlamıyoruz.  Ortalıkta hiç kimsenin olmaması ve havanında sıcak olması nedeniyle arkadaşlar geri dönmek istediler.  Ben ise kalıntıların olabileceği düşüncesiyle yoluma devam ettim ancak yılan olabileceğini düşündükçe tedirginde olmuyor değildim. Bir süre sonra yapıları görünce çok sevindim hemen arkadaşları arayıp görmeleri için haber verdim. Bütün korkum yok olmuştu, bu arada arkadaşlar ‘ benim tarafıma doğru tuhaf hareketli birisinin geldiğini dikkatli olmamı’ söylediklerinde tek yapabileceğim şey rotamı değiştirmek oldu.  Bu arada kentin çok büyük olduğunu ve turizme kazandırılması için çok zamana ihtiyaç olduğunu fark ettim. Kısa bir zaman sonra söyledikleri kişiyi de uzaktan gördüm beni fark etmiş uzaktan bana el sallıyordu. Bu arada arkadaşlarında geldiklerini görünce rahatladım

Listeme görmüş olduğum bir antik şehri daha ilave ettim. Ne kadar zengin bir ülkeye sahiptik ve yeteri kadar değerlendiremiyorduk.

Bucak yakınında bulunan Susuz köyündeki Susuz han’a geldik. Han Anadolu Selçuklu devri 13. yy kervansaraylarındandı. Kareye yakın dikdörtgen bir plana sahip ortasında bir kubbe vardı. Hanın göze çarpan kısmı batı cephesinde bulunan tak şeklindeki giriş kapısıydı. Kapalı olan kapıdan içeriye baktık kocaman bir boşluk görünüyor. Belli ki hiçbir şekilde değerlendirilmiyor. beş nefli olan hanın etrafını dolaşıp ayrılıyoruz.

Bucak ilçesinin 6km uzağındaki İncirdere köyündeki İncir hana geliyoruz. Hanın önünde otlayan koyunlar çok güzel bir kompozisyon oluşturmuştu. Onları ürkütmeden fotoğraf kareleri aldım. Anadolu Selçuklu sultanlarından Gıyasettin Keyhüsrev Bin Keykubat tarafından 13. yy da yapılmış olan hanın içine girerken taç kapıdaki kitabe dikkatimizi çekiyor. Ayrıca kapını yan süveleri çeşitli geometrik desenlerle boş yer bırakılmaksızın bezenmiş. Hanın; avlulu ve kapalı mekân olarak iki kısımda kullanılmakta olduğunu anlıyoruz avludaki kalıntılardan. Hanın içi oldukça büyük.

Artık bugünkü rotamızı da tamamlayıp Burdur’a dönüyoruz. Akşam da olmak üzereydi. Gezimizin sonuna yaklaşıyorduk Ancak bedenimiz yorulsa da yeni güzel yerlerin görme heyecanı ile bunun henüz farkında değildik. Akşam şehir merkezinde dolaşıyoruz.

Artık gezimizin son rotası, bugün İnsuyu mağarası ve Salda gölüne gidiyoruz.  Erken saatlerde yola çıkıyoruz. Önce İnsuyu mağarasına gidiyoruz ancak tadilat nedeniyle kapalı olduğunu öğreniyoruz.  ‘Turizm döneminde kapalı olması da bölge için ekonomik bir kayıp olduğunu’ söylenerek Türkiye’nin Maldivleri olarak tanıtılan cennet köşelerinden bir olan Salda gölünü görme heyecanıyla yolumuza devam ediyoruz. Burdur’un en uzak ilçelerinden bir olan Yeşilova ilçesi yakınlarında olan göle yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk sonrası ulaşıyoruz.  Gölün yeşil rengi çok güzel ancak henüz fotoğraflardaki Maldiv’leri göremedik. Göl kıyısındaki tesiste oturup kahvelerimizi yudumlarken, gözlerimiz dinlendiriyoruz.  ‘Salda gölünün özellikle Arap şeyhlerin gözde mekanı olduğunu’ öğreniyoruz garsonlardan. Fotoğraflardaki göl manzarasını görmek için gidebileceğimiz yolun tarifini alıp ayrılıyoruz oradan .

Aracımızı yola park edip göle kadar yürüyoruz. Gölün turkuaz mavisi, kumsalın beyaz rengi ile gerçekten Türkiye’nin Maldivleri denilmesinin hakkını veriyor. Şaşkın ve hayran bakışlarımız çevirip bir an evvel göle girmeye hazırlanıyoruz. Kimselerin olmaması da göle ayrı bir huzur veriyor. Ayağımız kumun içine basar basmaz dizkapağımıza kadar gömülüyoruz. Sığ olan yer birden derinleşiyor. Beyaz görünen kum değil killi çamur. Biraz yüzdükten sonra çamuru yüzümüze vücudumuza sıvıyoruz. Kurudukça tenimizin gerildiğini hissediyoruz. Çamurdan heykellere dönüştükçe fotoğraf makinesine ilginç pozlar vererek bol bol fotoğraf çekiniyoruz. Uzun zamandır hiç bu kadar kahkahalarla güldüğümü hatırlamıyorum. Tüm yılın stresini, yorgunluğunu atmış olduk. Tüm günümüzü gölde geçirmeye karar veriyoruz. Saatlerce yüzüp, uzun yürüyüşler yapıyoruz. Günün farklı saatlerinde gölün rengi de değişiyordu. Etrafında hiçbir yapı yoktu, olmaması için dua ediyoruz.  Balık yemek için gölün başka tarafında olan tesise gitmek için aracımıza biniyoruz, önce Yeşilova ya uğruyoruz. Küçük şirin bir ilçe, yol tarifini aldıktan sonra göl manzaralı yoldan tesise ulaşıyoruz. Gölün bu tarafında çam ormanları var. Mesire yeri fazla kalabalık olmasa da gelen gruplar var. Aile lokantası gölün kıyısında küçük şirin bir mekân.

Salda gölünün Türkiye’nin en temiz göllerinden biri olup ortalama derinliğinin 150m olduğunu öğreniyoruz. Koruma altına alınmış bir gölmüş. Bilimsel araştırmaların yapıldığı göl yüzmek için uygun değilmiş. Tehlikeli olduğunuzda fark etmiştik zaten.  İtalyanların teneke teneke çamur götürdüklerini söylüyorlar o civarda yaşayan insanlar. Balıklarımızı yiyip son kez göle giriyoruz. Bu tarafı biraz da kumsal ve dalgalı. Gölün kirletilmemesi temennisinde bulunup ayrılıyoruz.

Akşam kuzenim ve İskender bize sürpriz hazırlamışlar.  Akşam göl kıyısında piknik için tüm hazırlıkları yappı bizi beklediklerini haber verince çok yorgun olmamıza rağmen mutlu oluyoruz davetlerine, güzel insanlardan ayrılacağımız için de hüzünleniyoruz.  Ne çabuk geçmişti gezimiz. Her anını dolu dolu yaşamış, cennet güzellikleri görüp sevinip, bozulmuşlukları görüp üzülmüştük.

Akşam piknik alanına vardığımızda hınca hınç doluydu. Gündüzden gelip yer kapılıyormuş. İlk kez gece piknik yapıyorum, bu da ayrı bir keyifti.  Burdur’u ve Burdur’un misafirperver güzel inşalarını tanımış olmaktan çok mutlu oldum. O kadar güzel insanlar ki ertesi gün sabahın erken saatlerinde bizi yolcu etmek için otobüs terminaline gelecek kadar da özverililer.

Her ilde memleketini seven ve tanıtmak için yardımcı olan, fırsatçı olmayan ve maddi talebi ön planda tutmayan insanlar olduğu sürece o yörenin turizme kazandırılmaması, mümkün değil. Hayatımız boyunca unutamayacağız güzel anılarla ülkemizin cennet köşesiyle vedalaşıyoruz.  Gelmeden önce hazırladığımız gitmek istediğimiz yerlerin listesini kontrol ettiğimizde birçok görmediğimiz güzelliklerin daha olduğunu fark edip seviniyoruz.