Bu yazımızı okurken, özel müziğini de dinlemenizi tavsiye ederiz…

Ses Klibi: Bu ses klibini oynatabilmek için Adobe Flash Player (Version 9 veya üzeri) gereklidir. Güncel versionu indirmek için buraya tıkla Ayrıca tarayıcında JavaScript açık olmalıdır.

Fatih KOCA

Yolumuz uzun! Amsterdam’dan Fransa Kıyıları’na ve Kuzey İtalya’ya gidiyoruz. 3 kadim dost, 3 yol arkadaşı Uğur, Bilal ve Ben. 7 günümüz var ve katedilecek 4000 kilometremiz, geçilecek 8 ülkemiz. Aslında gezi ya da seyahat denemez pek, yaptığımıza. Yolculuk, düpedüz uzun bir yolculuk…
Amsterdam’dan arabamızı kiralayıp yola koyulduk. İlk durak Antwerp/Belçika. Şehrin simgesi, yapımına 14. yüzyılda başlanan ama ancak 16.yüzyılda bitirilebilen “Onze Lieve Vrouwe” Katedrali. Katedralin yanındaki Grote Markt Meydanı’nda ise tipik Belçika mimarisi ile Stadhuis (Belediye Binası) yer almakta. Binayı bir çok Belçika şehrinde görüleceği üzere Belçika’nın Avrupa Birliği merkezi olmasına atıfta bulunana AB ülkesi bayrakları süslemekte. Alışveriş caddesi “De Meer” hiç alışveriş yapılmasa bile saatlerce gezilecek kadar büyüleyici. Çünkü, dükkanlar birbirinden görkemli binaların giriş katlarında bulunuyor. Antwerp ayrıca elmas ticaretinin dünyadaki merkezlerinden biri ve şehirde birçok elmas mağazası bulunuyor.

Bir sonraki dinlenme yerimiz dünyanın en küçük ülkelerinden birisinin başkenti. Ülke, Lüksemburg Dükalığı, başkent ise Lüksemburg Şehri. Genelde Avrupa şehirlerinin ortasından nehir geçer. Lüksemburg’un ortasından ise vadi geçiyor. Lüksemburg bir başkente göre hayli yeşil. Vadideki bozulmamış orman şehrin başlıca oksijen kaynağı. Vadinin üstündeki Adolphe Köprüsü, şehrin ve ülkenin simgelerinden. Notre Dame Katedrali, Dükalık Sarayı ve 1. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan Lüksemburglular’ın anısına yapılan Gelle Fra anıtı ise şehrin diüer simgeleri.

Lüksemburg komşu ülkelerden önemli miktarda turist çekiyor. Fakat, doğası, kültürü ya da tarihi eserleri değil bu turizmin başlıca nedeni. Benzini… Benzin Lüksemburg’da komşu ülkelere nazaran çok ucuz. Bu nedenle genelde seyahat edilirken rotalar bu küçük ülkeden geçilecek şekilde çiziliyor. Tabi, en önemli turizm kaynağı benzin olunca, “turist kazığı” da benzinde atılıyor. “Benzin turistine” hizmet eden otoyollardaki benzin istasyonları, şehir merkezlerindekinden daha pahalı.

Lüksemburg’tan ayrılııp ilk gün konaklayacağımız Lyon’a doğru hareket ettik. İlginç bir şekilde, navigasyon aletimiz otoyol kenarlarındaki Lyon tabelalarına inat bizi küçük küçük yolllardan götürüyor. Bir bildiği vardır herhalde deyip, birkaç saat böyle yol aldıktan sonra artık dayanamayıp bir tabelayı takip edip, otobana giridik. Navigasyon aletimiz o an ötmeye başladı. “Dikkat! Dikkat! Paralı bir yola girdiniz”. Anladık ki alet paralı yolları göstermiyor. Ara yollarda kaybettiğimiz onca zamana yanarken, 2-3 saatlik otobana, ki Türkiye’deki otobanların yanında gayet sıradan, 20 küsür Euro verince, aletin hakikaten bir bildiği olduğunu öğrendik! Günahını aldık garibin…

Güney Avrupa’ya yaklaştığımızı belli eden, Lyon’ın karışık yollarında uzun aramalardan sonra otelimizi bulup, uykuya çekildik. Ertesi sabah Lyon sokaklarında dolaşınca da Avrupa’nın güneyine geldiğimizi iyice anladık. Binalar, caddeler Kuzey Avrupa şehirlerine göre daha düzensiz. İngilizce bilen birilerini bulmak çok daha zor. Lyon, çok estetik, bir atlı heykelin bulunduğu Place des Terreaux Meydanı ve Notre Dame De Fourviere Kilisesi dışında pek ilgimizi çekmedi. Asıl hedefimiz olan Cote D’azur yani Güneydoğu Fransa Kıyıları’na doğru yola çıktık.

Navigasyon aletimiz, yine bizi anayollara sokmamakta ısrar ediyordu. Aslında, pek de şikayetçi olmadık bu konudan. Fransa kasabalarını, köylerini, ovalarını göre göre ilerlerledik, Akdeniz’e doğru!

Bir ara gezi kitabımızı inceleyince, yol üstünde Avignon adında bir ortaçağ şehrinin olduğunu öğrendik. Ayrıca da, bu şehrin özellikle yılda bir yapılan tiyatro festivali zamanında ziyaret edilmesi gerektiğini…Talihimiz yerinde! Tiyatro festivali, tam da bu sıra…

Avigon’da tarih kendini tiyatroya sahne yapmış adeta. Ne yazık ki oyunların hepsi Fransızca ve bizim Fransızca’mız “Merci Beaucoup”’dan öte değil. Fakat, içten içe kıskanıyorum, tarihini bu kadar özenle koruyup sanatlarına sahne eden insanların ülkesini. Bir gün belki bizim memlekette de … Neyse… Hafta sonu olmamasına rağmen, şehir tıklım tıklım. Sahnenin sıcaklığı tiyatroseverlerin de gözüne vurmuş sanki. Herkes bir başka bakıyor, bir başka gülümsüyor, Avignon’da.

Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’nde, Avignon. Tamamen korunmuş surlarla çevrili, bir daire şeklinde. Şehre bu surların arasındaki bir kaç kapıdan girilebiliyor sadece. Surların içinde yeni bina yok. Yani, en azından biz göremedik. Porte De La Republique kapısından, şehrin ana caddesi olan Rue De La Republique’e giriliyor. Caddenin devamında yer alan Du Palais Meydanı’nda Avrupa’nın en büyük Gotik Saray’ı, Palais De Papes (Papalar’ın Sarayı)var. 14.yüzyılda Papalık makamına ev sahipliği yapmış, Avignon. Ardı ardına 9 Papa burada yaşamış ve Avignon’u terkettiklerinde geride muazzam mimarisiyle Palais De Papes’i bırakmışlar. Palais De Papes şehrin en yüksek noktasında tüm ihtişamıyla yükseliyor. Her köşesinde muhteşem bir şehir ve Rhone Nehri manzarası var. Rhone Nehri üzerinde, şu an yarısını Rhone Nehri’ne vermiş olsa da yapıldığı 12. yüzyılda Güney Rhone’un iki yakasını birleştiren tek köprü olan Saint Benezet Köprüsü bulunuyor.

Nedendir bilmiyorum. Yol üstünde, gezinin sürprizi misali karşımıza çıkan Avignon ruhumu sarstı benim. “Bekle beni Avignon” diyorum ayrılırken. “Bir gün Fransızca öğrenip, tekrar geleceğim ziyaretine. Hem de festival zamanı. Şimdilik elveda Avignon! Tarihine, kültürüne, sanatına ve olağanüstü gözlerine…”

Yorucu ve yılankavi yollarda ürkütücü bir yolculuktan sonra gece yarısına doğru Cannes’a ulaştık. Film festivaliyle ünlü Cannes’da, başta gelen turist aktivitesi de Cannes Film Festivali’nin yapıldığı Palais des Festivals’in kırmızı halılı merdivenlerinde fotoğraf çektirmek. Şehrin merkezinden, hatta Palais des Festivals’in hemen yanından denize girilebiliyor. Dünya jet sosyetesinin uğrak yerlerinden Cannes marinasını tasarım harikası yatlar süslemekte. Halktan biri olarak, yatları izlemeyi bırakıp, ağzımızı kapatıp, Cote D’azur’un bir sonraki büyük kenti Nice’a doğru yola koyulduk.

Nice, Cannes’a sadece 35 kilometre uzaklıkta. Cote D’azurun başkenti ve Fransa’nın da en büyük 5. şehri. Denizi ve sahiliyle ünlü bir şehir olmasına rağmen, tarihi dokusu da hayli etkileyici. Tarih ve Akdeniz içice Nice’da. Meydanları ve daracık sokakları Fransız Mimarisi’nin birbirinden estetik örnekleriyle dolu ve bu sokakların bir kısmı Akdeniz’in eşsiz mavisine çıkıyor. Şehrin hemen doğusunda yükselen Mt. Boron olağanüstü bir Nice ve Cote D’azur panoramasına sahip.

Nice’den Monako’ya doğru yol alırken karşımıza şirin bir ortaçağ kasabası çıktı. Eze. Sahilinde biraz içinde yükselen yüksek bir tepenin sarp kayalıklarına kurulmuş ve çok iyi korunmuş bir kasaba. Taş evlerin süslediği dar ve eğimli sokaklarını tabiri caizse “tırmanınca”, tepenin zirvesinde 12. yüzyıldan kalma kalenin kalıntılarına ulaşılıyor. Kalenin içinde Jardin Exotique adında bir kaktüs bahçesi var.

Uzun Bir Yol Hikayesi’nin birinci kısmı Eze’nin muhteşem Akdeniz manzarasında sona eriyor. Monako ve Hikaye’nin kalan kısmı sonraki yazılarda…