Bu yazımızı okurken, özel müziğini de dinlemenizi tavsiye ederiz… 

Ses Klibi: Bu ses klibini oynatabilmek için Adobe Flash Player (Version 9 veya üzeri) gereklidir. Güncel versionu indirmek için buraya tıkla Ayrıca tarayıcında JavaScript açık olmalıdır.

Fatih KOCA

Aslında beklentilerim çok fazla değildi. Ani bir karar, Ankara’da iptal edilen bir sürü plan ve aklımın bir köşesinde “Oldu mu şimdi?” düşüncesi…

Ağır ağır ayrıldık, Bodrum Marina’dan. Önce kaleyi izledik hayran hayran, sonra kale küçüldü küçüldü ve doğa harikası Bodrum’un panoramasına takıldı gözlerimiz. Denizden bir başka güzel Bodrum…

Bir tarafımızda günübirlik turların uğrak yeri Meteor ve Kleopatra’yı, bir tarafımızda belki de Bodrum’un en sakin ve huzurlu koyu Yalıçiftlik’i bırakarak, Bodrum Marmaris kıyı şeridi boyunca ilerlemeye başladık. Oltalar indi umutla birer birer denize ama hepsi boş çekildi. İlk durak Oraklar. O zaman farkında değildim ama şimdi anlıyorum ki saklı cennetin habercisi…

Kaptana sorana kadar aklımıza gelmedi Oraklar’ın ismini orak şeklindeki koydan aldığı. Hava Ekim sonuna göre gayet güzeldi, deniz durgun, deniz çekiciydi. Peki ya soğuksa? Eee bir gönüllü gerekti ve bendeniz bilinmeze doğru attım kendimi. Ve o anda afalladım. Sonbaharın ortası, Oraklar’da deniz sefası. Oysa birkaç gün önce Ankara’da kabanla dolaşıyordum.

İkinci gün yolumuz biraz uzun. 4 saatlik bir yolculukla körfezi çaprazlama geçeceğiz. İstikamet Yedi Adalar. Boş çıkan oltalarla akşam geçilen dalgalar, teknedeki usta balıkçıları biraz daha hırslandırdı ve oltalar tekrar indirildi denize. Bir ara, balığı tavada, mangalda, fırında seven fakat oltanın ucunda olup olmamasıyla pek ilgilenmeyen bendenize geçti olta nöbeti. O zamana kadar pek balık tutmuşluğum yoktu. Ama 5 dakika oldu olmadı gezinin ilk balığı benim oltaya vurdu. Yarım metrelik bir kılıç! İşte o zaman anladım balıkçıların “hoşça kal” ı “rastgele” terimini. Bu balık işi hakikaten rasgele. Yoksa yarım metre kılıç gele gele bana mı gele… Eee siftahı kılıçla yaptık, sonra boş kalır mı kova. Mercanlar, kalamarlar çekildi bir bir… Ben bu işi sevdim. Kendin tut, kendin ye!

Ve adalar göründüüüü! Vallaha, açıkçası kaç tanelerdi sayamadım. İlerledikçe bir adanın ardından çıkan öteki, onun bitimiyle görülen diğeri hipnoz seansında hissettirdi bir an. Ayıldığımda teknenin sığınma yeri Uzun Liman’daydık. Yedi adalar öyle bir gizlemiş ki arkadaki Uzun Liman’ı, boylu boyunca geçerken adaları, eğer dikkatli bakılmazsa belli olmuyor denizin içerilere girdiği. Karayolu yokmuş buralara, öğrendik kaptandan. Hatta bir nevi balta girmemişti ormanları. Fakat sahilde gördüğümüz naylon torba ve pet şişe buralara da birkaç “baltanın” uğramış olduğunu gösteriyordu. Ve biz kendisine uzanan baltaya “sapı bendendir” diyen ağaç gibi hoşgörülü olamayıp, bu olağanüstü koyları kirleten baltaların bizim türden olmadığına karar verdik. Utandık!

Büyükşehir’de yıldızlara hasret ben, gece herkesin kamaralara çekilmesiyle üst güvertede aldım soluğu. Battaniyeme sıkı sıkı sarılarak uzandım gökyüzüne nazır. Bir ampul bile parlamıyordu görünürde. Zifiri karanlıktı. Bir de rüzgarın derinden ıslığı, bir de dalgaların çığlığı. Etrafta hiçbir yapaylık yoktu ve yıldızlar gözüme hiç bu kadar güzel görünmemişti.

Sabah erkenden koyulduk yola. Gün Yedi Adalar’ın üzerinden doğdu gözlerimize, elimi deklanşörden ayıramadım. Sırada Sedir Adası var. Adanın dış tarafındaki yıkıntılar heyecanlandırıcıydı. Öyle ya denizin ortasına harikulade bir ada ve adanın içinde bir de antik kent. Merakla gezmeye koyulduk iç tarafları. Bir anda karşımıza dünyada eşi az bulunan kumsalı çıktı adanın. Minicik bir koy, altın sarısı kumlar, gök mavisi bir su. Sonra bir kilise harabesinde bulduk kendimizi. Hiçbir düzenleme yoktu kilisede, otlardan neredeyse taşlar görünmüyordu. Peki, nereye gider bu 10 milyon ayakbastı parası. Düşündük, bulamadık cevabı…

Antik tiyatroya doğru yürümeye başladık ve aralardan görülen deniz, tekneler, koylar ve Datça yarımadası başımızı döndürdü. İşte karşımızda, 5000 kişilik bir antik tiyatro! Oracıkta Ankara’daki tiyatro salonlarının kapasitelerini topladık. Fakat şu minik adadaki tiyatronun kapasitesine ulaşamadık. İçimiz burkuldu… Ayrılma vakti geldiğinde ayaklarımız Sedir Adası’ndan geri geri gidiyordu.

İrili ufaklı adaların arasından ve Sadun Boro tarafından denizin üstüne yaptırılan Denizkızı heykelinin yanından geçip İngiliz Limanı’nına ulaştık. Yöre halkı, 1. dünya savaşında, gündüzleri Alman gemilerini ve bölgelerini bombalayan İngiliz savaş gemilerinin geceleri buraya gizlenmesi nedeniyle takmış bu adı. İngiliz Limanı ufak çapta bir göl gibi görünüyor içinden bakınca. Dört bir yanı karalarla çevrilmiş gibi. Mavinin ortasında yeşile hapsolmuş gibi. Hemen karşımızdaki 1996 yangınına kurban gitmiş tepe bizim “balta”ların buraya da uğramış olduğunu gösteriyordu. Sadun Boro’yu sorduk. Limanın sağ tarafındaki tekneyi gösterdiler. Yılın büyük bir bölümünü dünya turunu tamamladığı o teknede geçirirmiş. Anlaşılan Gökova ile evlenmiş.

İngiliz Limanı benim için son durak. Buradan otostopla Marmaris, sonra ver elini Ankara.

Peki oldu mu şimdi?

Olma mı gari? Bal gibi oldu!