Bu yazımızı okurken, özel müziğini de dinlemenizi tavsiye ederiz… 

Ses Klibi: Bu ses klibini oynatabilmek için Adobe Flash Player (Version 9 veya üzeri) gereklidir. Güncel versionu indirmek için buraya tıkla Ayrıca tarayıcında JavaScript açık olmalıdır.

Enver Şengül

Konya’dan Beyşehir’e doğru hareket halindeyiz. Renklerin bu kadar göz okşayıcı, ışığın bu kadar ahenkli olduğu bir coğrafyayı uzun zamandır hatırlamıyorum. Her taraf bir ressam tablosundan çıkmış gibi serilip durmuş karşımıza ve bizler gözümüzü bu senfoniden ayıramıyoruz.

Değerli dostum Reha Bilir direksiyonda. Sevgili Nadir Ede ön koltukta panoramik görüntüler alma telaşında. Ben de arka sağda oturmuş gözümü camdan ayıramıyorum. Işık Tanrısı EOS o gün bizi kutsuyor sanki. Işığın ve rengin tonları bizlere eşlik ediyor. Cam arkasında çekmeye çalıştığım fotoğraflar beni tatmin etmiyor. Dayanamayıp aracı durdurup bolca fotoğraflar çekiyoruz.

Hafif tepeler ve arkasında biten dağlar daha ötelerde bulutlarla öpüşüyor sanki. Belirli boydaki ağaçları bilinmez bir el dengeli ve ölçülü bir şekilde dağıtmış sanki toprağın bereketi bu dengeye çeşitli bitki ve çiçeklerle eşlik ediyor.

Beyşehir Gölü, beynimizde oluşan onlarca fotografik görüntüyü tamamlayan bir panorama olarak işte karşımızda. Rengine mavi mi desem, turkuaz mı, yeşil mi?

Varlığı ile doğanın bu eşsiz senfonisini bütünlüyor, gözümüzü ve ruhumuzu okşuyor.

Toprağın envai türlü rengini sanki karşıdan ve o ulaşılmaz gibi gözüken yerden selamlıyor.

Evet, Beyşehir Gölü bizlere “merhaba” diyor.

Tıpkı yüzyıllar önce Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ı selamladığı gibi…

O sultan ki bizler gibi doğanın ışığın ve renklerin bu cömertliğinden kendisini alamamış ve dilerlere destan yazlık sarayı Kubadabat’ı getirip bu güzel gölün kenarına kurmuş.

Sadece Selçuklular desek bu topraklara haksızlık yapmış oluruz. Keykubat’ın öncesi ve sonrasındaki kavimler ve topluluklar doğası ve iklimi güzel bu coğrafyadan etkilenmişler.

Kadim topluluklar ve özellikle Hititler, bu bereketli topraklarda yaşamış ve dönemlerine ait izler bırakmışlar.

Bu izler öylesine derin ve etkileyici ki; bunlardan Eflatun Pınarı denilen Hitit Çeşmesine hayran kaldım. Bin yıllar öncesinin sanat anlayışı ve zarafetini bir su yapısı ile bütünleştiren bu insanların günümüze ulaşan bu taş işçiliği beni derinden etkiledi. Suyun başında kalakaldım, onların dokundukları yere dokundum, içtikleri sudan içtim, soludukları o aromatik havayı soludum.

Fasıllar Köyü anıtları beni farklı zaman ve duygulara alıp götürdü… Köyün 150 metre batısında yerde yatan dünyanın en büyük kaya anıtlarından biri olan Kurt Beşiği Anıtı’nın yanındayım şimdi. Bire bir kopyasını Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin bahçesinde görmüş ve çok etkilenmiştim. Şimdi o koca ve yüzlerce ton ağırlığındaki kaya anıtın gerçeğinin yanı başındayım. Ona dokunuyorum. Bin yıllardır rüzgârın, karın ve yağmurun yok edemediği detayları inceliyorum. Kimler niçin yaptılar. Neden bu yamaçta yerde yatıyor? Nasıl yontuldu? Nasıl taşındı bu yüzlerce ton ağırlığındaki kaya kütlesi?

Hemen karşısındaki kayalara oyulmuş Roma dönemine tarihlendirilen Atlıkaya Kabartması bu kez selamlıyor bizi. Tırmanarak on metre yüksekliğindeki bu anıtın yanına çıkıyorum. At kabartmasındaki estetik detaylara hayran kalıyorum. Onun kayalarla bütünleşmiş hali sanki bin yıllar öncesinin süvarilerinden selam getiriyor bizlere.

Altı bin yıl öncesinden başlayan Beyşehir tarihi Hititlerin yanı sıra, bu toprakların Frig, Lidya ve Pers döneminin de önemli bir yerleşim yeri olduğunu gösterir. Bir dönem Moğol istilasına da uğrayan bu güzelim topraklar bu dönemde yakılıp yıkılsa da, daha sonra Selçuklu ve Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı toprağı olarak varlığını sürdürmüş.

Evet, Beyşehir’e ilk defa geliyordum ama görüntüler hiç de yabancı gelmiyordu bana. Bu yıl dördüncüsü yapılan Beyşehir Fotoğrafçılar Buluşması, bu ilçemizin tanıtımında o kadar etkili olmuş ki daha önce onlarca kes gördüğüm fotoğraflar göz aşinalığıyla şimdi karşımda. Bu ilçeyi daha önce gelmesem de ben tanıyormuşum meğerse… İşte sulara yansıyan bildik görüntüsüyle Taş Köprü, işte taş yapısıyla Bedesten, işte hemen yanındaki Türk hamamı ve işte muhteşem yapısıyla Eşrefoğlu Süleymanbey Camii…

Çok cami gördüm ve fotoğrafladım. Koca Sinan’ın baş eseri Selimiye’nin bulunduğu şehirdeyim. Süleymaniye ve Sultanahmet’in muhteşem yapılarına çok bakakaldım, Bursa Ulu Cami’nin şadırvanına çarpıldım, Kordoba Camii’nin bin bir sütunlu hali aklımı başımdan aldı, Halep Emeviye Camisinin mermerleri ve minareleri beni mistik dünyanın farklı boyutlarına taşıdı.

İnsanlık tarihinin bu eşsiz camileri ne kadar ihtişamlı ve etkileyicisiyse, Beyşehir Eşrefoğlu Camii, bir o kadar farklı, sıcak, insani ve estetikti.

Her şeyi ile ağaçtan yapılan böylesi bir cami var mıdır başka yerlerde? İçeri girdiğimde kalakaldığımı hatırlıyorum. Kenarda ağaç sekilerden birine oturdum, yüzümü ellerimin arasına alıp düşündüm. Türk mimarlık tarihinde böylesine seçkin bir ağaç mimarisinin olduğu başka bir yapı var mıdır? 1299 Yılında yapılan ve günümüze kadar ulaşan bu seçkin kültür varlığımızı düşünen beyinler ve yapan ustalar kimlerdi? Bu ahşap yüksek sütunları dikerken neler düşündüler?

Kalkıp camiyi inceliyorum. Ahşap sütunlara dokunuyorum. Detaylar ve ahşap işlemelere dalıp gidiyorum.

Sahi ben fotoğraf için burada değil miyim?

Evet, Beyşehir Fotoğraf Buluşması’nın Onur Konuğu olarak buradayım.

Değerli Beyşehirli fotoğraf dostları, Nadir Ede ile birlikte beni bu onura layık görmüşler.

Nadir Ede, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir fotoğraf ustası. Onunla bu onuru paylaşmak aslında benim için olağanüstü bir duygu. O ve çok değerli eşi Fazilet Hanım’la bir etkinliği 3 gün boyunca paylaşmaktan son derece mutlu ve gururluyum.

Beyşehir Belediyesi ve BEYFOT (Beyşehir Fotoğraf Topluluğu) işbirliği ile gerçekleştirilen bu güzel ve başarılı etkinlikte hem dostlarla birlikte olup onlarla tanışma imkânı buldum hem de bu güzelim coğrafyayı fotoğraflama şansına eriştim.

Olağanüstü doğal güzellikler, güzel köyler, cana yakın inzan manzaraları, av tüfeği yapılan atölyeler, testi yapılan yerler, leylekler vadisi ve elbette Beyşehir gölünde balıkçılar ve gün batımı…

Hava çok güzeldi. 100’ün üzerindeki katılımcı iki gün boyunca çekim yaptı ve üçüncü gün ise teslim edilen fotoğraflardan yarışma sonuçları açıklandı.

Bu tür etkinliklerin Türk fotoğrafının gelişmesine ve o yörenin tanıtımına büyük katkısı olduğuna inanıyorum.

Diğer foto maratonların aksine onur konukları uygulaması güzel bir vefa örneğiydi. Ayrıca 15 yaş altı çocukları da fotoğrafın içine çekip onları ödüllendirmek ise bu organizasyonun en çok hoşuma giden yanlarından biriydi…

BEYFOT’un başkanı sevgili Seyit Konyalı ve arkadaşları nasıl da yoğun bir çalışma sergilediler. Organizasyonun kusursuz olması için koşturdukları gibi herkesle de ayrı ayrı ilgilendiler.

Şu gerçeği unutmamak gerekir ki tüm bu olan bitenlerin arkasında sevgili Reha Bilir’in kimliği, deneyimi ve fotoğraf dünyasındaki etkileri vardı. Olağanüstü vizyonu, çevresi ve ilişkileri ile bulunduğu yörenin tanıtımı başta olmak üzere Türk fotoğrafı için büyük katkılar sağladığını unutmamak gerekir.

Beyşehir Fotoğrafçılar buluşması katılan herkes gibi bende de unutulmayacak izler bıraktı.

Emeği geçen tüm dostlara sevgi ve saygılarımı yolluyorum…